18 Eylül 2011 Pazar

Frank'in günahı neydi?



Çok iyi izlenimler bıraktı Galatasaray, gelecek adına. Ama bazı kötü izlenimleri de beraberinde getirdi, geçmişi anarak. Öncelikle maçı gidişatına göre incelersek, yine durağan oynama huyuna devam ederek başladı maalesef takım. Kimse topun yanına gelmeye çalışmadı, sadece topun ayağına gelmesini bekledi. Top özellikle ceza sahasına yaklaştığı anda birilerinin dikine, yanına veya herhangi bir tarafına koşması gerekirken kimse boş alanlara ilerlemedi. Yani ceza sahası etrafında çok rahat paslaşan bir takımın bir türlü pozisyona girememesi başka nasıl açıklanır ki? Ama yine de o çok rahat paslaşmayı sağlayan iki adamı anmak lazım: Melo ve Selçuk.

İşte Frank Rijkaard'ı anmamın sebebi de bu. Yahu adam paslaşmanın ilah olduğu bir kafa yapısına sahipken tuttuk adamı Barış, Ayhan, Mustafa üçlüsüne mahkum ettik çoğu sefer. Umarım kazara izlememiştir maçı yoksa iyice beyazlardı adamın kıvırcık saçları. Neyse sonuç olarak o muhteşem gol geldi, tabii ki de ceza sahası dışından (Eboue'nin kişisel çabası olmasa Baros'un pozisyonu da olmazdı yoksa). Kendine güvenen takım, Riera'nın da bu sefer oyuna dahil olarak dikine oynama çabasıyla üreten ama Kazım'dan (maçın en kötüsüydü) yararlanamaması sebebiyle de tek kollu kalan bir yapıya dönüştü.

Sarp'ın (belki de Melo'nun) golüne kadar yine durağan oynadı Galatasaray ama pozisyon da vermeye pek niyeti yoktu hani. Zan'ın pas hatası ve bence Ujfalusi'nin de ofsayta mı düşüreyim yoksa adama mı basayim ikileminden de kaynaklanarak golü yedik. Ama gecenin en muhteşem olayı, golü yememize rağmen ilerleyen dakikalarda rahat pozisyonlar bulmamız. Sanırım geçen sezonun gerçek bitiş anı, moral bozmadan maçı kazanabileceğine tekrardan inanmasıydı oyuncuların. Bunun  dışında 4-4-2 den çok bence Elmander'in sürekli geriye gelerek top alması ve savunmayı dikine yararak geçme çabasıydı işe yarayan. Maç bittiğinde ise geleceğe dair en büyük artı, Melo ve Selçuk'un pas, koşu, savunma ve hücum olarak takımın önderleri olmalarıydı. Kat etmeleri gereken mesafe ise savunma ve hücum hattı arasındaki bağlantıyı dinamik bir şekilde kurmaları olmalıdır. Tabii ki yanlarına gelecek doğru bir 3. kişiyle nasıl bir hal alacakları da merak konusu (eğer 4-3-3 oynanacaksa)?

Maçın öne çıkan ve bahsetmediğim oyuncuları ise Gökhan Zan ve Eboue. Her ne kadar golde payı da olsa çoğunlukla hatasız ve rakibine nefes aldırmadan oynadı Gökhan. Hatta zaman zaman Selçuk ile paslaşmalara bile katıldı (vallahi abartmıyorum, öyle gördüm napiyim). Eboue ise GS'deki mevkilerine bir yenisini daha eklemiş oldu ve yine de etkili olmaya çalıştı. Özellikle tekniği en yüksek oyuncumuz bana göre ve fildişili olması nedeniyle tabii ki de çok güçlü. Ama artık gerçek yerini bir an önce bulmalıyız yoksa tam verim alamadan geçip gidecek adam.

Yine de daha umutlu bakmamız için birçok sebep var ve yıllardan sonra orta sahamız diğer mevkilerden daha sağlam görüntü veriyor. Fatih Terim bu fırsatı iyi kullanacaktır ama önünde çok önemli bir soru cevaplanmayı bekliyor hala? 4-4-2 mi 4-3-3 mü? Neyse rahat olalım, Terim dizilişleri de adam eder .

14 Eylül 2011 Çarşamba

3 (üç)

Baktım da çok uzun zaman olmuş yazmayalı. Yani bana öyle geldi en azından. En son Hagi gelmiş takıma, güzel dileklerimi sunmuşum ama sonrası gelmemiş. Sanılmasın ki 106 yıllık bir kulübün en kötü sezonu nedeniyle yazmayı bıraktım. Çok şeyler yazmak istedim ama birçok kişiye garip gelebilecek bir nedenle yazamadım. Bu 3. sınıf hakkaten zormuş. Evet, bu mudur neden, budur. Böyle mühim ya da çok efsanevi bir nedenim yok. Süsleyip püslemeye de gerek yok yani. Yoğundu arkadaş 3. sınıf ne yapayım, hem de çok.

Ama bir başlık olamayacak kadar yetersiz bu benim kişisel durumum. '3 (üç)' ileride yazmak istediğim konu başlıklarının da bir işareti aslında, peki nedir bu konular:
- İmparatorun yine, yeni, yeniden gelişi; yani 3. dönemi..
- artık 3'lü çektirmek dışında tüm vasıflarını yitirmeye yüz tutmuş, güvenilirliğini yitirmiş, ismi anılınca akla ilk karaborsayı getiren, tribünde verimsiz ve ismindeki ultras felsefesinden tamamen kopmuş ultrAslan..
- açık ve bek oyunculuğundan sonra şimdi de ortanın ortasına yerleştirilmek istenen 'kaptan' Sabri Sarıoğlu'nun evriminin 3. hali..
- bu gözlerin gördüğü sarı kırmızılı kalenin Taffarel ve Mondragon'dan sonraki 3. gerçek sahibi; Muslera..
- ve tabii ki 4-3-3 dizilişi devam ettiği sürece binbir çeşit orta 3'lü denemeleri..

Umarım bahaneler yaratmadan tekrar yazabilirim.

3 Kasım 2010 Çarşamba

Bir İhtimal Daha Var


Frank Rijkaard'ın ayrılmasının ardından hala Galatasaray'a umutlu bakabilmenin birkaç nedeni var elbette. Hemen sıralayalım:
  • 'Futbolcuya Dayalı Düzen' i daha çok besleyecek unsurların takıma kazandırılamaması,
  • Hagi ve Tugay'ın gelmesi,
  • kaos değil sistem futbolunun sürüyor olması... 
Futbolcuya dayalı düzen denilen şey kısaca; nasıl futbol oynanacağına, kimin hoca, hatta kimin yönetici olacağına, hangi futbolcuların takımda kalacağına karar veren ve istedikleri takdirde bir bütün olup her türlü başarıyı elde edebilecek oyunculardan kurulu bir düzen. Ve Galatasaray da son yıllarda bu düzenin elinde olan bir takım. Düzenin temsilcilerinden olan Hakan Şükür ve bunu en iyi şekilde idare eden ve faydalanan Fatih Terim'e teklif götürülmüş ama neyseki ikisi de görevi kabul etmemişti. Bu düzenin UEFA kupasından itibaren kendini çürütmeye başlayıp kulübü taa bu noktaya kadar getirdiğini göremeyen yöneticilere rağmen büyük tehlike şimdilik atlatılmış durumda ama hala o kafadaki futbolcuların takımda var olması sıkıntıyı devam ettiriyor. Her şeye rağmen o düzenle bir başarı gelecekse hiç olmasın daha iyi.

Georghe Hagi bu kaos ortamında gelebilecek en iyi isimdi gerçekten ve yanına Tugay Kerimoğlu'nu getirmek de cabası. Bunu yönetimin başarısı olarak görmemek lazım ki yukarıda söylediğimiz gibi ilk tercihin Hagi olmaması ve başka isimlere yönelecek de zamanın olmaması onları bu seçeneğe itti. Hagi neler katabilir: öncelikle oyunculara tekrardan özgüvenlerini kazandırabilecek bir isim ki bunu çok çabuk görebildik. Ne disiplinsizliğe ne de yukarıdaki düzene izin verecek biri aynı zamanda. Unutmayalım ki UEFA'ya giden yolda yerli ekibin itiat etmek zorunda kaldığı tek yabancı oyuncudur kendisi. Antrenman sayılarını ikiye katlaması da takıma gerekli olan en önemli şey yani 'direnç'i sağlamış oldu. Tugay hoca ise altyapı madeninden maksimun düzeyde yararlanabileceğimizi gösteriyo, aynı zamanda fener maçından önce de ligtv mikrofonuna 'Ben oyuncuları birer oğlum gibi görüyorum ve onlara tüm tecrübelerimi tek tek aktarmaktan büyük zevk duyucam.' açıklaması yerli oyuncuların performansını bizzat etkileyeceğine de işaret ediyor. Hayırlı olsun diyememiştim, şimdi demiş olayım bari.

Son olarak teknik düzeyde de sevindirici şeyler oluyor. Hagi'nin takımı nasıl oynatacağı tartışıladursun Arda, Kewell ve Baros yokken yani formda olan nadir oyuncular yokken neler yapacağı soru işaretiydi. 2 maç birkaç ipucu verdi aslında. Mesela kaos futbolunu tercih edebilirdi ilk seferde ama tamamen kafasında kuracağı bir sisteme dayalı bir takım oluşturacak kesinlikle Hagi. Bu maçlarda zorunluluktan 4-6-0 dizilişiyle çıktı ama sistem kesinlikle Rijkaard ile örtüşük. Pasa dayalı futbol ve takım halinde hareket etmeyi istediğini şimdilik farz edebiliriz tabi Baros ve Arda gelince neler olacak bilemiyorum. 4-6-0 a dönünce aslında 6 orta saha kendi içinde hafif bi 4-3-3 teki gibi ayrıldı zaman zaman, mesela Elano ve Misimovic Pino'nun sağını ve solunu doldurdu, ortadaki herangi bir mücadeleci 3 lü de bir bütün halinde o kanatlara yardım etti ve savunmayla hücum arasında köprü görevi gördü. Büyük olaslılıkla yeni Galatasaray kanatlardan etkili bir takım haline dönüşecektir.

Kötü giden şeyler yok mu tabi ki var. Fener maçında ve Antalya maçında Rijkaard'ı satanlar birbir elini kaldırmış oldu: Servet, Sarp, Balta öncelikli isimler. Sabri ve Ayhan da şüpheliler arasında. Bu 'düzen'in savunucalrı takımdan gönderilmeden Hagi kalıcı başarılar elde edemez. Bunların dışında Rijkaard'la birlikte başarıszlığı üstlenip onun arkasından istifa edecek hiçbir başkan ve yönetici olmadığına göre şu an, en azından Adnan Sezgin'in neden hala görevinin başında olduğunu da sorgulamak lazım.

Her şeye rağmen son alınan sportif başarılar direkt yeni ekibin değil çoğunluğuyla Rijkaard'ın ekibine aittir. Oyuncular ne bir günde takım halinde topun arkasına geçmeyi ne de baskıdan pasla kurtulmayı öğrendi. Sadece oynamak isterlerse neleri yapabileceklerini gösterdiler. Artık onları harmanlamak ve yeni bir şeyler katmak Hagi ve Tugay hocaların elinde.

Bir ihtimal daha var, ne dersiniz?

23 Ekim 2010 Cumartesi

Hepiniz METİN gibi Oynayın


"Derbi gelmiş neyime, Rijkaard olmadıktan sonra." Aynen böyle düşünüyodum bikaç saat öncesine kadar ama gel gör ki lanet olası maç yine aklımı çelmeyi başardı. Ben genelde derbi maçlarını çok fazla önemsemem ya da şöyle diyim; Ankaragücü'nden aldığımız yenilgiyle fenerbahçeden alabileceğimiz yenilgi arasında pek bi fark görmem. Bir Avrupa maçını ise derbilere fazlasıyla tercih ederim.

Ancak bu sefer ki maç sıradan bi derbi niteliği taşımıyor. Galatasaray, hep deriz ya hani geçmişten gelen bir ahlakı temsil eder diye, öyle günler yaşıyor ki sözünün arkasında durmayan, yeniliklere kapalı, birbirine saygısı-sevgisi kalmamış, başkalarının kuyusunu kazan, bencilliğin her şeyin önüne geçtiği bi camia haline dönüşmeye başlamıştır ve gelinen nokta bu 'ruh' halinin şu anki en üst noktasıdır. Böyle bir atmosferde kadıköye gidiyoruz ve Hagi-Tugay ikilisinden başka yarın sahada güvenilecek kimse de yok takımda. Ah keşke elimizde olsa da ortaya Tugay'ı önüne de Hagi'yi koysak.

Kadrodaki oyuncular maça hazır mıdır bilemeyiz ama biz, bu renklere gönül vermiş insanlar, her şeyimizle hazırız maça. Bu maçtır geçmişimize ve kültürümüze tekrar dört elle sarılmamız gereken maç, bu maçtır o formanın her zaman sahaya favori olarak çıktığını hatırlatacak maç, bu maçtır Galatasaray adının geçtiği her yerde umudun olduğunu gösterecek maç, bu maçtır işte METİN gibi oynamamız gereken maç...

Siz oynamayacaksanız eğer bırakın biz çıkalım Tugay'la Hagi'yle maça. İlk 11'e girecek milyonlar hazır, bekliyor yarını. Hepsi gece yatağında gol attıktan sonra armayı öpüşünü hayal edecek gözünü kapadığında. Yok eğer oynayacaksanız, çıkın sahaya ve alın ulan şu maçı.

20 Ekim 2010 Çarşamba

Bizi Affedebilecek Misin?


Üzerimizde Sarı kırmızılı formayla dünyanın öbür ucunda karşılaşırsak eğer birgün hatırlayacak mısın bizi,

Ak düşürdüğümüz kıvırcık saçlarını savurarak selam verecek misin bize,

Emre Aşık'ı çabası nedeniyle kutlarken yaptığın gibi kafamıza vuracak mısın bizim,

Beşiktaş maçında Sabri tezahüratları duyunca olduğun gibi mutlu olacak mısın yine,

Ayhan'a sarıldığın gibi sarılacak mısın bize de,

Gol atıldığında yerinden fırlayıp sevindiğin gibi bizi görünce de sevinecek misin acaba?

Yoksa

baban vefat ettiği gün birbirleriyle çocukça şakalaşan oyuncular mı gelecek aklına,

gitmen için senin kuyunu kazan oyuncuları mı göreceksin bir bir,

ne olursa olsun devam edeceğiz diyen yönetimin seni kovduğu günü mü hatırlayacaksın,

imparator nidalarıyla seni arkandan vuran taraftar mı sanacaksın bizi de,

ve boşuna zaman harcadığın sarı kırmızılı takıma sinirlenip bizi görmezden mi geleceksin?

Ha Rijkaard, söyle bize, affedebilecek misin bizi?

17 Ekim 2010 Pazar

Bu Camianın Gerçek Sahipleri Kim?


Farklı şeyler yazacaktım, mesela başlığım 'Özgüvensizlik' olacaktı ama maç dışı konular yine teknik konuların önüne geçti. ASY'deki taraftarların birkaç bini imparator fatih terim diye bağırıyor, TV'deki programlar Rijkaard futboldan anlamıyo diye çırpınıyor; sonra birkaç adam toplantı yapıyor ve biri çıkıp 'yarın kararımızı vericez, hocayla devam etmeyebiliriz' diyor. Böyle mi Galatasaray'ın kaderi çiziliyor?

Biz kim oluyoruz ki, burada bir şeyler yazıyoruz. Birçok kişi geçmiş blogger.com'a veyahut kendi sitelerine, Galatasaray ne yapıyor, nasıl yol alır, neler değişebilir diye kafa patlatıyor, maddi bir kazanç gütmeden sabah-akşam, yaz-kış, vize-final demeden düşünüyor ama boşuna çabalıyor. Halbuki iş kolay: 'Abi'ler oyna derse oynayalım, kaptana önce terbiyesizlik yapıp sonra başkalarına terbiye dersi verelim, evimizde 3'ten çok gol yersek hocayı kovalım, canımız sıkılırsa 'imparator' diye bağıralım, arada çıkıp sistem diyelim, istikrar diyelim, yardımcıları kovalım böylece hoca istifa ederse tazminat ödemeyelim, falan filan.

Suçlu Gerets, suçlu Feldkamp, suçlu Skibbe, suçlu Rijkaard. Arada Cevat'la Bülent'i de harcarız, nası olsa bizim evlatlarımız, darılmazlar bize... Sahipsiz değil arkadaş Galatasaray. Kararlar bu kadar ucuz mu yani, yarın(bugün) çıkacaksınız Rijkaard ve ekibiyle yolları ayırdık diyeceksiniz. Eee sonrası? Sonrası önemli değil sizin için, şimdiki öfkeyi bi azaltın da...

Maçın teknik detayına girersek Rijkaard'ın hatalarını görebiliriz belki, oyuncuların kalitesinden de söz edebilirz. Ama şunu kimse açıklayamaz bize: Servet gidiyor Almanya maçının en iyi oyuncusu oluyor, dönüp geliyor önündeki topa vurmaya üşeniyor. Sarp zaten göstermelik preslerinden ve adamını bırakıp geri koşmamasından vazgeçmiyor. Kaptan pazubandıyla Ayhan futbolcu kovalıyor hırpalamak için. Bir de Baros gollerinden sonra arkadaşlarına inat içtenlikle sevinç çığlıkları atıyor. Eğer Fatih Terim gelince bu oyuncular gerçek performanslarını göstereceklerse bi daha da o formayı giymesinler. Misimovic, Elano, Pino kötü de oynayabilirler ama sabote etmezler takımı ya da lobi de oluşturmazlar.

Bu camianın gerçek sahipleri ne kapalı ne yerli oyuncular ne de yönetim. Sadece siz bir şey istediniz diye olmayacak o, olmamalı.  Bir şeyler katamadıklarını düşünürlerse zaten kendileri gider Rijkaard ve ekibi, size gerek yok. Ama önemli olan gerçek sahiplerin ne istedikleri. O da "Her şeye rağmen yola devam".

9 Ekim 2010 Cumartesi

ARDA, ilk 11 ve MESUT


Arda'sız rakip kaleye gidemeyen tek takım artık sadece Galatasaray değil, buna milli takım da eklenmiş oldu dün itibariyle. Hadi birinin Arda'nın sakatlık haberine tahammülü olmadığını ama nasıl olur da bir oyuncuya bu kadar bağlı kalınabildiğini zaten haftalardır tartışıyoduk da bir ülkenin küçükten büyüğe 'pubis' sakatlığının nerede oluştuğunu, tedavisinin ne kadar sürebileceği ve ameliyat edilirse kaç hafta oyuncuyu etkileyebileceğini ezberlemesini tahmin etmemiştik. Kadroya seçilebilecek oyuncu konusunda heralde iki takımın yetkilerini tartışmak da saçma olur. Ancak maalesef Arda'sız milli takım Almanya karşısında 1 dakika bile rakip sahada kalamayacak derecede vahim bir duruma gelmiştir. Peki bu geri kalan tüm oyuncuların kalitesiyle mi ilişkili?

Aslında hayır. İlk 11'deki oyunculara bakınca Volkan, Servet ve Ömer dışında top tekniği kötü olmayı bırakın vasat olan oyuncu bile yok. Yani hepsi derinlemesine pas, ters kanada uzun top, bire birde çalım atabilecek, topu saklayabilecek ve etkili şut atabilecek oyuncular. Sorun şu ki biz Guus Hiddink'ten ne istediğimizi ona tam olarak anlatamayışımız. Bir sistem kurmasını ve bir ekol oluşturmasını mı bekliyoruz; yoksa bir an önce bizi kısa vadedeki her turnuvaya katılan bir takım haline getirmesini mi? Öncelikle Hiddink'in kafasındaki tereddütleri gidermeliyiz, ondan sonra o beklentiye göre takımı seyretmeliyiz.

Muhtemelen ikinci seçeneği istediğimizi düşünüyor ki Hiddink ve ekibi ona göre aday kadro oluşturuyor. Yani kulüp takımı gibi belli oyuncularımız var ve onlardan sakat olmayan ya da formda olan kim varsa ona göre ilk 11 şekilleniyor. Sadece sürpriz 1-2 oyuncu değişikliği oluyor aday kadroda. Hedef buysa yapılan bu tercihler doğrudur ancak en büyük yanlış ilk 11'imizi de aday kadro gibi ezbere sayamayışımız.

Dünkü maçtan önce muhtemel ilk 11'leri veriyordu çoğu kanal. Heralde Almanya'nın bir oyuncusunu bile şaşıran olmadı hatta Schweinsteiger'in yerine Kroos'un oynayacağından bile herkes emindi. Peki bizim düşünülen kadromuz nasıldı? Bir örnek veriyim; sol bek İsmail, sağ açık ya da forvet Hamit, sol açık ya da forvet Tuncay ve önlerinde Mevlüt. Diziliş tahmin edilemediği gibi oyuncular da farklı. Sabri ve Hamit, herkesin tahminimce ilk 10 dakika kendi sağını ve solunu şaşırmasından sonra "Aa solda oynuyorlar." demesine yol açarken, Tuncay ve Mevlüt yerine de Özer ve Halil başladı maça. Oyuncuları hiç eleştirmiyorum ama onlar bile kimin oynayacağından habersizken maç içinde bir pas organizasyonunu ya da  bir oyuncunun diğer arkadaşının ne zaman ne yapacağını bilerek hareket etmesini bekleyemeyiz.

Löw de Almanya'ya yepyeni bir ekol getirmedi ancak çok kolay uygulanabilecek 4-2-3-1 dizlişi ve her zaman bir aksilik olmazsa aynı oyuncuların oynadığı bir takım yarattı. Yani İspanya'dan sonra dünyadaki ikinci kulüp takımı gibi oynayan ülkeyi. İspanya hep aynı sistemle oynayarak bunu başarmış olmasıyla farklı tabii ki de ama madem İspanya olamıyoruz, Almanya olalım.

Peki Arda olsa ne değişecekti? Şöyle ki Arda; Lincoln'le samba yapar, Misimovic'in dilinden anlar, Guti'nin pasını algılar, Niang'ı karşı karşıya bıraktırır, Nuri'yle, Emre'yle, Hamit'le ve Halil'le de çok iyi anlaşır. Yani bir nevi sıkışınca 'at finke' durumudur. Onun için bu kadar değerli ve gerekli.

                    
Son olarak Mesut Özil'e değinmeden duramıycam. Fatih Terim'in "Biz kimsenin peşinden koşmayız." lafını ve aynı zamanlarda Löw'ün onun peşinden koşuşunu hatırladıkça sonuna kadar hak veriyorum Mesut'a ve tüm kültürünü ordan alan bir oyuncunun bu seçimi yapması çok ama çok doğaldır diyorum. Gurbetçilerin yuhalayışını sanırım Türkiye'den bakarak anlayamayız ama bize attığı gole sevinenlerden biriyim ben de. Sevinebilrdi de çılgınlarca ancak golden sonraki tavrı bile beni hayran bırakmıştır. Gururlandım ne diyim...