3 Kasım 2010 Çarşamba

Bir İhtimal Daha Var


Frank Rijkaard'ın ayrılmasının ardından hala Galatasaray'a umutlu bakabilmenin birkaç nedeni var elbette. Hemen sıralayalım:
  • 'Futbolcuya Dayalı Düzen' i daha çok besleyecek unsurların takıma kazandırılamaması,
  • Hagi ve Tugay'ın gelmesi,
  • kaos değil sistem futbolunun sürüyor olması... 
Futbolcuya dayalı düzen denilen şey kısaca; nasıl futbol oynanacağına, kimin hoca, hatta kimin yönetici olacağına, hangi futbolcuların takımda kalacağına karar veren ve istedikleri takdirde bir bütün olup her türlü başarıyı elde edebilecek oyunculardan kurulu bir düzen. Ve Galatasaray da son yıllarda bu düzenin elinde olan bir takım. Düzenin temsilcilerinden olan Hakan Şükür ve bunu en iyi şekilde idare eden ve faydalanan Fatih Terim'e teklif götürülmüş ama neyseki ikisi de görevi kabul etmemişti. Bu düzenin UEFA kupasından itibaren kendini çürütmeye başlayıp kulübü taa bu noktaya kadar getirdiğini göremeyen yöneticilere rağmen büyük tehlike şimdilik atlatılmış durumda ama hala o kafadaki futbolcuların takımda var olması sıkıntıyı devam ettiriyor. Her şeye rağmen o düzenle bir başarı gelecekse hiç olmasın daha iyi.

Georghe Hagi bu kaos ortamında gelebilecek en iyi isimdi gerçekten ve yanına Tugay Kerimoğlu'nu getirmek de cabası. Bunu yönetimin başarısı olarak görmemek lazım ki yukarıda söylediğimiz gibi ilk tercihin Hagi olmaması ve başka isimlere yönelecek de zamanın olmaması onları bu seçeneğe itti. Hagi neler katabilir: öncelikle oyunculara tekrardan özgüvenlerini kazandırabilecek bir isim ki bunu çok çabuk görebildik. Ne disiplinsizliğe ne de yukarıdaki düzene izin verecek biri aynı zamanda. Unutmayalım ki UEFA'ya giden yolda yerli ekibin itiat etmek zorunda kaldığı tek yabancı oyuncudur kendisi. Antrenman sayılarını ikiye katlaması da takıma gerekli olan en önemli şey yani 'direnç'i sağlamış oldu. Tugay hoca ise altyapı madeninden maksimun düzeyde yararlanabileceğimizi gösteriyo, aynı zamanda fener maçından önce de ligtv mikrofonuna 'Ben oyuncuları birer oğlum gibi görüyorum ve onlara tüm tecrübelerimi tek tek aktarmaktan büyük zevk duyucam.' açıklaması yerli oyuncuların performansını bizzat etkileyeceğine de işaret ediyor. Hayırlı olsun diyememiştim, şimdi demiş olayım bari.

Son olarak teknik düzeyde de sevindirici şeyler oluyor. Hagi'nin takımı nasıl oynatacağı tartışıladursun Arda, Kewell ve Baros yokken yani formda olan nadir oyuncular yokken neler yapacağı soru işaretiydi. 2 maç birkaç ipucu verdi aslında. Mesela kaos futbolunu tercih edebilirdi ilk seferde ama tamamen kafasında kuracağı bir sisteme dayalı bir takım oluşturacak kesinlikle Hagi. Bu maçlarda zorunluluktan 4-6-0 dizilişiyle çıktı ama sistem kesinlikle Rijkaard ile örtüşük. Pasa dayalı futbol ve takım halinde hareket etmeyi istediğini şimdilik farz edebiliriz tabi Baros ve Arda gelince neler olacak bilemiyorum. 4-6-0 a dönünce aslında 6 orta saha kendi içinde hafif bi 4-3-3 teki gibi ayrıldı zaman zaman, mesela Elano ve Misimovic Pino'nun sağını ve solunu doldurdu, ortadaki herangi bir mücadeleci 3 lü de bir bütün halinde o kanatlara yardım etti ve savunmayla hücum arasında köprü görevi gördü. Büyük olaslılıkla yeni Galatasaray kanatlardan etkili bir takım haline dönüşecektir.

Kötü giden şeyler yok mu tabi ki var. Fener maçında ve Antalya maçında Rijkaard'ı satanlar birbir elini kaldırmış oldu: Servet, Sarp, Balta öncelikli isimler. Sabri ve Ayhan da şüpheliler arasında. Bu 'düzen'in savunucalrı takımdan gönderilmeden Hagi kalıcı başarılar elde edemez. Bunların dışında Rijkaard'la birlikte başarıszlığı üstlenip onun arkasından istifa edecek hiçbir başkan ve yönetici olmadığına göre şu an, en azından Adnan Sezgin'in neden hala görevinin başında olduğunu da sorgulamak lazım.

Her şeye rağmen son alınan sportif başarılar direkt yeni ekibin değil çoğunluğuyla Rijkaard'ın ekibine aittir. Oyuncular ne bir günde takım halinde topun arkasına geçmeyi ne de baskıdan pasla kurtulmayı öğrendi. Sadece oynamak isterlerse neleri yapabileceklerini gösterdiler. Artık onları harmanlamak ve yeni bir şeyler katmak Hagi ve Tugay hocaların elinde.

Bir ihtimal daha var, ne dersiniz?

23 Ekim 2010 Cumartesi

Hepiniz METİN gibi Oynayın


"Derbi gelmiş neyime, Rijkaard olmadıktan sonra." Aynen böyle düşünüyodum bikaç saat öncesine kadar ama gel gör ki lanet olası maç yine aklımı çelmeyi başardı. Ben genelde derbi maçlarını çok fazla önemsemem ya da şöyle diyim; Ankaragücü'nden aldığımız yenilgiyle fenerbahçeden alabileceğimiz yenilgi arasında pek bi fark görmem. Bir Avrupa maçını ise derbilere fazlasıyla tercih ederim.

Ancak bu sefer ki maç sıradan bi derbi niteliği taşımıyor. Galatasaray, hep deriz ya hani geçmişten gelen bir ahlakı temsil eder diye, öyle günler yaşıyor ki sözünün arkasında durmayan, yeniliklere kapalı, birbirine saygısı-sevgisi kalmamış, başkalarının kuyusunu kazan, bencilliğin her şeyin önüne geçtiği bi camia haline dönüşmeye başlamıştır ve gelinen nokta bu 'ruh' halinin şu anki en üst noktasıdır. Böyle bir atmosferde kadıköye gidiyoruz ve Hagi-Tugay ikilisinden başka yarın sahada güvenilecek kimse de yok takımda. Ah keşke elimizde olsa da ortaya Tugay'ı önüne de Hagi'yi koysak.

Kadrodaki oyuncular maça hazır mıdır bilemeyiz ama biz, bu renklere gönül vermiş insanlar, her şeyimizle hazırız maça. Bu maçtır geçmişimize ve kültürümüze tekrar dört elle sarılmamız gereken maç, bu maçtır o formanın her zaman sahaya favori olarak çıktığını hatırlatacak maç, bu maçtır Galatasaray adının geçtiği her yerde umudun olduğunu gösterecek maç, bu maçtır işte METİN gibi oynamamız gereken maç...

Siz oynamayacaksanız eğer bırakın biz çıkalım Tugay'la Hagi'yle maça. İlk 11'e girecek milyonlar hazır, bekliyor yarını. Hepsi gece yatağında gol attıktan sonra armayı öpüşünü hayal edecek gözünü kapadığında. Yok eğer oynayacaksanız, çıkın sahaya ve alın ulan şu maçı.

20 Ekim 2010 Çarşamba

Bizi Affedebilecek Misin?


Üzerimizde Sarı kırmızılı formayla dünyanın öbür ucunda karşılaşırsak eğer birgün hatırlayacak mısın bizi,

Ak düşürdüğümüz kıvırcık saçlarını savurarak selam verecek misin bize,

Emre Aşık'ı çabası nedeniyle kutlarken yaptığın gibi kafamıza vuracak mısın bizim,

Beşiktaş maçında Sabri tezahüratları duyunca olduğun gibi mutlu olacak mısın yine,

Ayhan'a sarıldığın gibi sarılacak mısın bize de,

Gol atıldığında yerinden fırlayıp sevindiğin gibi bizi görünce de sevinecek misin acaba?

Yoksa

baban vefat ettiği gün birbirleriyle çocukça şakalaşan oyuncular mı gelecek aklına,

gitmen için senin kuyunu kazan oyuncuları mı göreceksin bir bir,

ne olursa olsun devam edeceğiz diyen yönetimin seni kovduğu günü mü hatırlayacaksın,

imparator nidalarıyla seni arkandan vuran taraftar mı sanacaksın bizi de,

ve boşuna zaman harcadığın sarı kırmızılı takıma sinirlenip bizi görmezden mi geleceksin?

Ha Rijkaard, söyle bize, affedebilecek misin bizi?

17 Ekim 2010 Pazar

Bu Camianın Gerçek Sahipleri Kim?


Farklı şeyler yazacaktım, mesela başlığım 'Özgüvensizlik' olacaktı ama maç dışı konular yine teknik konuların önüne geçti. ASY'deki taraftarların birkaç bini imparator fatih terim diye bağırıyor, TV'deki programlar Rijkaard futboldan anlamıyo diye çırpınıyor; sonra birkaç adam toplantı yapıyor ve biri çıkıp 'yarın kararımızı vericez, hocayla devam etmeyebiliriz' diyor. Böyle mi Galatasaray'ın kaderi çiziliyor?

Biz kim oluyoruz ki, burada bir şeyler yazıyoruz. Birçok kişi geçmiş blogger.com'a veyahut kendi sitelerine, Galatasaray ne yapıyor, nasıl yol alır, neler değişebilir diye kafa patlatıyor, maddi bir kazanç gütmeden sabah-akşam, yaz-kış, vize-final demeden düşünüyor ama boşuna çabalıyor. Halbuki iş kolay: 'Abi'ler oyna derse oynayalım, kaptana önce terbiyesizlik yapıp sonra başkalarına terbiye dersi verelim, evimizde 3'ten çok gol yersek hocayı kovalım, canımız sıkılırsa 'imparator' diye bağıralım, arada çıkıp sistem diyelim, istikrar diyelim, yardımcıları kovalım böylece hoca istifa ederse tazminat ödemeyelim, falan filan.

Suçlu Gerets, suçlu Feldkamp, suçlu Skibbe, suçlu Rijkaard. Arada Cevat'la Bülent'i de harcarız, nası olsa bizim evlatlarımız, darılmazlar bize... Sahipsiz değil arkadaş Galatasaray. Kararlar bu kadar ucuz mu yani, yarın(bugün) çıkacaksınız Rijkaard ve ekibiyle yolları ayırdık diyeceksiniz. Eee sonrası? Sonrası önemli değil sizin için, şimdiki öfkeyi bi azaltın da...

Maçın teknik detayına girersek Rijkaard'ın hatalarını görebiliriz belki, oyuncuların kalitesinden de söz edebilirz. Ama şunu kimse açıklayamaz bize: Servet gidiyor Almanya maçının en iyi oyuncusu oluyor, dönüp geliyor önündeki topa vurmaya üşeniyor. Sarp zaten göstermelik preslerinden ve adamını bırakıp geri koşmamasından vazgeçmiyor. Kaptan pazubandıyla Ayhan futbolcu kovalıyor hırpalamak için. Bir de Baros gollerinden sonra arkadaşlarına inat içtenlikle sevinç çığlıkları atıyor. Eğer Fatih Terim gelince bu oyuncular gerçek performanslarını göstereceklerse bi daha da o formayı giymesinler. Misimovic, Elano, Pino kötü de oynayabilirler ama sabote etmezler takımı ya da lobi de oluşturmazlar.

Bu camianın gerçek sahipleri ne kapalı ne yerli oyuncular ne de yönetim. Sadece siz bir şey istediniz diye olmayacak o, olmamalı.  Bir şeyler katamadıklarını düşünürlerse zaten kendileri gider Rijkaard ve ekibi, size gerek yok. Ama önemli olan gerçek sahiplerin ne istedikleri. O da "Her şeye rağmen yola devam".

9 Ekim 2010 Cumartesi

ARDA, ilk 11 ve MESUT


Arda'sız rakip kaleye gidemeyen tek takım artık sadece Galatasaray değil, buna milli takım da eklenmiş oldu dün itibariyle. Hadi birinin Arda'nın sakatlık haberine tahammülü olmadığını ama nasıl olur da bir oyuncuya bu kadar bağlı kalınabildiğini zaten haftalardır tartışıyoduk da bir ülkenin küçükten büyüğe 'pubis' sakatlığının nerede oluştuğunu, tedavisinin ne kadar sürebileceği ve ameliyat edilirse kaç hafta oyuncuyu etkileyebileceğini ezberlemesini tahmin etmemiştik. Kadroya seçilebilecek oyuncu konusunda heralde iki takımın yetkilerini tartışmak da saçma olur. Ancak maalesef Arda'sız milli takım Almanya karşısında 1 dakika bile rakip sahada kalamayacak derecede vahim bir duruma gelmiştir. Peki bu geri kalan tüm oyuncuların kalitesiyle mi ilişkili?

Aslında hayır. İlk 11'deki oyunculara bakınca Volkan, Servet ve Ömer dışında top tekniği kötü olmayı bırakın vasat olan oyuncu bile yok. Yani hepsi derinlemesine pas, ters kanada uzun top, bire birde çalım atabilecek, topu saklayabilecek ve etkili şut atabilecek oyuncular. Sorun şu ki biz Guus Hiddink'ten ne istediğimizi ona tam olarak anlatamayışımız. Bir sistem kurmasını ve bir ekol oluşturmasını mı bekliyoruz; yoksa bir an önce bizi kısa vadedeki her turnuvaya katılan bir takım haline getirmesini mi? Öncelikle Hiddink'in kafasındaki tereddütleri gidermeliyiz, ondan sonra o beklentiye göre takımı seyretmeliyiz.

Muhtemelen ikinci seçeneği istediğimizi düşünüyor ki Hiddink ve ekibi ona göre aday kadro oluşturuyor. Yani kulüp takımı gibi belli oyuncularımız var ve onlardan sakat olmayan ya da formda olan kim varsa ona göre ilk 11 şekilleniyor. Sadece sürpriz 1-2 oyuncu değişikliği oluyor aday kadroda. Hedef buysa yapılan bu tercihler doğrudur ancak en büyük yanlış ilk 11'imizi de aday kadro gibi ezbere sayamayışımız.

Dünkü maçtan önce muhtemel ilk 11'leri veriyordu çoğu kanal. Heralde Almanya'nın bir oyuncusunu bile şaşıran olmadı hatta Schweinsteiger'in yerine Kroos'un oynayacağından bile herkes emindi. Peki bizim düşünülen kadromuz nasıldı? Bir örnek veriyim; sol bek İsmail, sağ açık ya da forvet Hamit, sol açık ya da forvet Tuncay ve önlerinde Mevlüt. Diziliş tahmin edilemediği gibi oyuncular da farklı. Sabri ve Hamit, herkesin tahminimce ilk 10 dakika kendi sağını ve solunu şaşırmasından sonra "Aa solda oynuyorlar." demesine yol açarken, Tuncay ve Mevlüt yerine de Özer ve Halil başladı maça. Oyuncuları hiç eleştirmiyorum ama onlar bile kimin oynayacağından habersizken maç içinde bir pas organizasyonunu ya da  bir oyuncunun diğer arkadaşının ne zaman ne yapacağını bilerek hareket etmesini bekleyemeyiz.

Löw de Almanya'ya yepyeni bir ekol getirmedi ancak çok kolay uygulanabilecek 4-2-3-1 dizlişi ve her zaman bir aksilik olmazsa aynı oyuncuların oynadığı bir takım yarattı. Yani İspanya'dan sonra dünyadaki ikinci kulüp takımı gibi oynayan ülkeyi. İspanya hep aynı sistemle oynayarak bunu başarmış olmasıyla farklı tabii ki de ama madem İspanya olamıyoruz, Almanya olalım.

Peki Arda olsa ne değişecekti? Şöyle ki Arda; Lincoln'le samba yapar, Misimovic'in dilinden anlar, Guti'nin pasını algılar, Niang'ı karşı karşıya bıraktırır, Nuri'yle, Emre'yle, Hamit'le ve Halil'le de çok iyi anlaşır. Yani bir nevi sıkışınca 'at finke' durumudur. Onun için bu kadar değerli ve gerekli.

                    
Son olarak Mesut Özil'e değinmeden duramıycam. Fatih Terim'in "Biz kimsenin peşinden koşmayız." lafını ve aynı zamanlarda Löw'ün onun peşinden koşuşunu hatırladıkça sonuna kadar hak veriyorum Mesut'a ve tüm kültürünü ordan alan bir oyuncunun bu seçimi yapması çok ama çok doğaldır diyorum. Gurbetçilerin yuhalayışını sanırım Türkiye'den bakarak anlayamayız ama bize attığı gole sevinenlerden biriyim ben de. Sevinebilrdi de çılgınlarca ancak golden sonraki tavrı bile beni hayran bırakmıştır. Gururlandım ne diyim...

2 Ekim 2010 Cumartesi

Oyunun Hakkı


Her şeyden önce galip tarafın hakkını sonuna kadar verelim, sonra bizimkilere odaklanalım. Karabükspor, hiç seyretmemiş biri için şu tür yorumlara açık bir takım: 10 kişiyle kapan kapana bildiğin kadar, sonra da topu kapınca şişir Emenike'ye, o nasıl olsa pozisyon yaratır. Böyle değil işte. Alışmışız forveti güçlü olan anadolu kulüplerinin bu taktikle oynadığına, hele ki büyük denilen takımlara karşı. Ancak özellikle ilk yarıda orta sahayı bilinçli paslarla geçen, ileride basan (gerçi Galatasaray'a karşı tüm takımların yapmaya çalıştığı şey ama), sıkışınca da Emenike'ye direk pas atıp etrafında çoğalan bir ekip Karabük. İlk 60 dakikada da hep böyle oynayarak sayısız gol pozisyonu ürettiler. Emenike'yi biraz da olsun durdurmuşken rakip, yine de çok rahat kanatlara ve savunmanın arkasına sızabildi birçok oyuncu. Bunun için penaltıyla yakından ilgisi olmayan bir pozisyonla değil gerçekten dişli bir rakibe direnç gösteremediği için yıkıldı Glatasaray,

Sarı kırmızılı ekibe gelince; sanırım ilk kadrodan başlamak lazım. Rijkaard'ı tanıdığımız kadarıyla en ufak bi sakatlık şüphesi de olsa, hazır olmayan hiçbir oyuncuyu ilk 18'e almaz. Peki bu varsayımla yola çıkarsak neden Barış Özbek'le başladığını ben kendime açıklayamıyorum. Hızlı bir takım olan İBB'ye karşı hızlı 2 kanat oyuncusuyla başlayarak alkış alan teknik heyet, bu maçta niye Aydın'a şans vermediğini bilemiyorum. Zaten asıl yeri forvet olan bir oyuncu sahada yokken bir de orta sahayı yavaşlatırsanız kaleye gitmeye zorlanırsınız. Galatasaray Misimovic'in 2. yarıda kaçırdığı gole kadar ceza sahası çevresinde en ufak bir organizasyona giremedi (tabii duran topları saymazsak). Bunu ne rakiple ne de saha zeminiyle açıklayabiliriz. Peki Aydın ilk yarının ortasında oyuna girdiği halde niye işler düzelmedi? Çünkü Aydın, Misi'nin yapması gereken işlerle meşguldü. Pas organizasyonunu sağlamaya çalışan tek oyuncuydu sahada. 


Kewell'a gelecek olursak keşke kanat oynasaydı en azından verimli olabilirdi denilebilir ancak o kötü sahada savunma oyuncularıyla baş edebilecek tek oyuncu maalesef kadrodaki onun için çok doğru bir seçim ve gerekenleri de yapmaya çalıştı. Gökhan Zan bence Emenike'yi yeterince durdurdu, yani Servet olsa böyle olmazdı dememek lazım çünkü Gökhan en iyi şekilde baş edebildi Emenike'yle. Zaten gol pozisyonlarına da Emenike değil diğer oyuncular girdi. Pino ve Misimovic ise her geçen gün hayallerimizi yıkmaya devam ediyorlar. Ne Keita ne Lincoln var sahada ve yeni diziliş kesinlikle bu tarz 2 oyuncuya aç. Özellikle Misi'nin kumaşını bilmemize rağmen neden hala takıma ayak uyduramadığını bilmiyoruz. Ancak çok büyük bir parantez açmak lazım ki duran topları bu kadar etkili kullanan bir oyuncu hatırlamıyorum son zamanlarda. Bu kadar mı iyi kesilir toplar evet heralde bu kadar :) Yine de hiçbir oyuncunun bu topları değerlendirememesi de çok çalışmamız gerektiğini gösteriyor.

Hakem sanırım bu hafta Şampiyonlar Ligi'ni çok seyretti ki ilk gördüğü pozisyona penaltı çaldı. Baktı ki Cüneyt Çakır Barca maçında 2 penaltı çaldı herkesten alkış aldı, dedi ki ben niye yapmıyım. Bu yolda ilerleyin siz, ancak TV'den seyredersiniz Barcelona'yı. Hiçbir faul pozisyonunda hata yapmayan Çakır'a bakın, bir de dünkü hakeme. Yazık cidden. Bir yazık da federasyona. Zemini kötü diye İnönü'den Sami Yen'e maç alırsınız sonra da dünkü stadda maç oynanamaz diyemezsiniz. Siz marka değeri peşinden koşmaya devam edin belki daha çok para veren sponsorlar çıkar da kendinizi kandırmaya devam edersiniz.

Son olarak, başın sağolsun Frank Rijkaard...

20 Eylül 2010 Pazartesi

Şampiyonluk Alametleri


Detaylı bir istatistiki araştırma yapmadım ama son yıllarda hep dikkatimi çeken bir şey olmuştur. Eğer bir takım son dakikalarda gol yiyip puan kaybetmiyorsa, tam tersine puanı ya da puanları kritik dakikalarda alıyorsa, kötü oynayıp zar zor kazanıyorsa, daha doğrusu bunları bikaç maçta bile yaptıysa; o takım ligin sonunu zor getirir ya da yarıştan erken kopar diye düşünmeyin. Tam tersine bunlar şampiyonluk alametleridir.

Küçük çaptaki araştırma şunu gösteriyor: 2005-2006 sezonunda Ankaragücü-Ümit Karan, Gaziantepspor-Hasan Kabze, Erciyesspor-Hakan Şükür, Konyaspor-Aydın Yılmaz, Beşiktaş-Hasan Kabze. Bu takımlara bu isimler hep son dakikalarda gol atarak puan ya da puanlar aldırmışlar. 34 maçın 10'unu da tek farkla galip bitirmişiz. Yani son dakika gollerini çıkartırsak skoru koruduğumuz çok maç olmuş.

2007-2008 sezonunda ise; Denizlispor-Shabani Nonda, Gaziantepspor-Servet Çetin, Trabzonspor-Serkan Çalık, İBB-Ümit Karan, Denizlispor-Servet Çetin, Gençlerbirliği-Cassio Lincoln son dakikada atılan kritik goller. 14 maç tek farklı galibiyetlerle bitmiş. Ve de en çarpıcı olanları ise 10 maçın 70. dakikadan sonraki gollerle puanların alındığı maçlar olması ve son dakikada yenilen gollerle hiç puan kaybı olmaması.

Yani son şampiyonluklarımızda görüldüğü gibi öyle gümbür gümbür maçı erken kopardığımız, öne geçtiğimiz an sürekli farkı açıp skor koruma çabasına girmediğimiz, ilk yarıda maçları kopardığımız, ya da kötü oynayınca illaki son dakikada rakibin cezayı kestiği maçlardan oluşmamış. Geçen seneye baktığımızda ise herkesin hatırlayacağı gibi tam tersi tablolardan oluşan bi grafiğimiz vardı.

Bu durum iyi bir şey midir? Değildir. Ama söz konusu şampiyonluksa ben ışığı gördüm açıkçası. Eğer bir de güzel oyun bekliyorsak ki tüm taraftarın asıl isteği budur, onun için de söyleyebileceğim tek şey, anahtarın Arda, Misi ve Elano'da olduğunu düşündüğümdür.

Son olarak şunu söylemek isterim ki böyle bir yazı yazma isteği tabii ki de Ayhan Akman'ın sol ayağıyla attığı müthiş golden dolayıdır. Akıllara herkesin eminim Sivasspor deplasmanında attığı yine sol ayakla olan harika gol gelmiştir.

15 Eylül 2010 Çarşamba

Yeniden Yeni Bir Sayfa: Zaman neyi gösterecek?


"Rijkaard Galatasaray'da" haberiyle birlikte herkesin hayalini kurduğu bir 4-3-3 dizilişi vardı. Barca gibi olacak, topa hükmedecek, 'total' denilen o futbola geçiş yapacaktı sarı kırmızılılar. Ama çok az kişi şu sözü dile getirdi: Total futbol bir sistem, 4-3-3 ise bir diziliştir. Bunu şu anda blog yazarlığını bilmediğim bir sebepten dolayı bırakan Melih Şabanoğlu Gayın-sin.net'te defalarca yazmıştı. Oyun karakteri, diziliş, sistem birbirinden farklı olgulardır. Rijkaard her fırsatta bu takım 4-3-3 dizlişinde olacak dedi ve öyle de çıktı takım.

Ama önemli olan dizilişten çok başka şeyler oldu takımda. Geriden oyun kurulacak, ileriden savunma başlayacak, takım belli bir ağırlık merkezinde hareket edecek, sağ bek ileri çıktığında sol bek takımın ağırlık merkezini hacimsel merkezinde yani orta sahada tutmak için hafif geride ve merkeze doğru kayacaktı. Sağ forvet kanat oyuncusu gibi topu aldığında sol forvet merkez forvete destek olup 2 santrafor gibi olacak, orta blok; her iki bloğu da birbirine bağlayacak, takımın boyu kısalıp eni taç çizgilerine kadar genişleyecekti. Peki bunlardan hangileri 4-3-3'e, hangileri total futbola ait?

Aslında hepsi total futbola ama bazıları sadece 4-3-3'e ait olgular. Bunları takımdan isterken Rijkaard, başka dizilişlerde de bunun sağlanabileceiğini hepimizden daha iyi biliyordu. Yani 4-4-2 oynarken sağ ya da sol fovetlerin birisinin bazen kanada doğru kaymasıyla birlikte diğer kanattaki oyuncunun forveti tekrar ikilemesi, ön liberolardan birinin o boşluktaki kanada geçmesi ve böylece takım merkezinin yine aynı kalması gerektiğini biliyorken 4-2-3-1'de de gerektiği zaman forvet arkasının yani 10 numaranın gizli forvet olduğu, ön liberoların da gizli oyun kurucuğu olduğu vs. olduğunu da biliyor Rijkaard. O zaman yukarıda bahsettiğimiz olgulardan geri kalanları her dizilişe uygun, öyleyse önemli olan sisteminin ne olması.

Galatasaray'ın sistemi bellidir Rijkaard ve ekibi işinin başında olduğu sürece. Hatırlamak gerekir; total futbolu Rijkaard, Arrigo Sacchi'nin Milan'ında 4-4-2 olarak da görmüştü. O zaman kaygılara, üzülmelere, hayalleri yıkmaya gerek yok. Fakat daha büyük bir sorun var. Bu mevcut kadro hem 4-3-3'ü hem de 4-2-3-1'i çok rahatlıkla oynayabilir. Ve aynı zamanda ikisini de birbirine bulaştırıp ne olduğu belli olmayan bir takım da çıkabilir sahaya. Gaziantepspor maçında aslında ikisini de gördük zaman zaman. Asıl 11 sahaya 4-2-3-1 ile başlarken Pino ve Aydın'la birlikte kadro ben 4-3-3 oynamalıyım diye bas bas bağırdı ve o düzene de geçer gibi oldu. Yani '2. yarı Misimoviç geriye gelmek zorunda kaldı' yorumlarının sebebi aslında Pino ve Aydın'ın başlangıçtaki 3'lü dümdüz çizgiden ileriye fırlamalarıydı. Rıdvan Dilmen'in de maçtan sonra dile getirdiği gibi transferleri gerçekten Rijkaard mı; yoksa dizilişten bi haber yönetim sırf iyi oyuncu almak için kendi başına mı yaptı?

Pino ile Misimoviç şu anda büyük çelişki oluşturuyor ama ben geçen senenin başındaki hafif 4-2-4' e benzeyen, orta sahada Arda oynayan ama kenarların forvet olduğu 4-3-3 oynanabileceğini de düşünüyorum. O zaman bu iki oyuncuyu birlikte oynatabilirsin. Yalnız gerideki 2 ön libero görünümlü orta saha oyuncuları önlerindeki Arda'dan ya da Misimoviç'ten koparsa o zaman unutun totali motali. Peki öyleyse 4-2-3-1 oynarsak ne çare olabilir? Bu sefer de Pino yedek kalacak ancak kanatlarda Arda ve Kewell oynamalı, gerilerine de mutlaka Elano monte edilmelidir. Ayhan ve Sarp'tan oluşan 2'li, sisteme yine ters. Gaziantep maçında Cana'yı koymak isterdi Rijkaard ama bu sefer de 6 yabancı sınırlamasına takıldı, belki de Elano yerine Aydın'la başlayabilirdi.

Yani bu konuşmalar, rakamlar, daha çok havalarda uçuşacak ama Rijkaard'ı hoş bir zorluk beklediği kesin.. Ben yine Misimoviç ile oynanacaksa arkada kesin Elano ya da Cana ile başlanmasından yanayım, ancak hala Pino bilmecesi ortada. Çok güzel bir bekleyiş bizleri bekliyor, özellikle maçı izlerken akıl oyunları oynamak sanırım taraftarlığın en güzel yanı. Acaba zaman neyi gösterecek? Bunu sadece Rijkaard ve Neeskens'in saatleri biliyor.

30 Ağustos 2010 Pazartesi

KÖPEKLER İSTEDİ DİYE ATLAR ÖLMEZ!


Herkese ders vermek lazım bu ülkede, hadlerini bildirmek lazım. Nezaketten, laftan, sözden anlamaz bu adamlar. Kendilerini bi bok zannederler çıkar her türlü açıklamayı yaparlar, nereden geldiklerini unuturlar. Rant uğruna, reyting uğruna her şeyi yapmaya hazırdırlar. Hangi tarafta oldukları önemli değil; ister futbolcu ister teknik direktör ister medya mensubu olsun. İş ahlakı olmayan adamdan hiçbir kuruma hayır gelmez.

Galatasaray Camiası içinde eleştiriler, sorgulamalar, tartışmalar hatta küçük kavgalar bile olur. Taraftar çıkar 'istifa' der, yönetim birbirine sataşır, teknik direktör oyuncusunda suç bulur. Ama hepsi ahlak çerçevesi içinde olur, olmalıdır. Biz herkesi eleştiririz arkadaş, onlar bizim canımız, bizim sahadaki aynamız. Biz boşuna 'siz tribündeki biz, biz sahadaki siz' demiyoruz. Onlar da gelir bize çıkışır yeri geldiğinde, bunlar camia içinde aile içinde olur. Bunu da kimse anlayamaz.

Ama sen çıkar yok biz Galatasaray değiliz, sert takımız, Bursayı yeneriz; yok maçın favorisi biziz mantıken yenmemiz lazım; yok Rijkaard hoca değil; yok taraftar para için takımı satıyo; yok Adnan Sezgin gazeteye ilan versin oyuncu arıyorum diye; yok usülsüzlük var ama elimde belgem yok falan dersen orada dur demesini de biliriz, bilmeliyiz.

Eskişehir maçı bahsettiğim herkese KAPAK OLSUN! Sabah açıklanacak transferler de üstüne cila olsun. Bundan sonra da camiadaki herkes insanlara laflarını yedirtmeleri için savaşmalıdır. Galatasaray hepinizin toplamından büyüktür. Küçümseyenlerin sonu hiç iyi olmayacaktır. Gereken cevap verilmeye devam edecektir.

29 Ağustos 2010 Pazar

2010 Dünya Şampiyonası: C Grubu analizi (1)



Bugün Ankara Spor Salon'unda bulunduğum için sadece 2. yarısını canlı seyredebildiğim Galatasaray maçıyla ilgili yazı yazmayacağım. Ama 2 günlük şampiyonayla ilgili bikaç şey karalayabilirm. Öncelikle salondan başlayalım. Yeni salon televizyondan görüldüğü gibi sahaya çok uzak ve görüş açısı neredeyse sıfır tribünlerden oluşmuyor. Çok değişik ve sıradışı bi mimarisi var, tribünün arkasındaki ihtiyaçlar ve alışveriş kısımları ise ferah, düzenli ve yeterli. Açıkçası ben beğendim.

Gelelim takımlara...
ÇİN: Yao Ming'in yokluğunda favoriler arasından çıkmaları çok normal ama onun gölgesindeki oyuncuların gün ışığına çıkınca ne yapacakları gerçekten merak edilen bir takım. Genel oyun yapıları aslında çok fazla çeşitliliğe dayanmıyor. 7 numara Wang Shipeng'in önce içeriyi karıştırıp sonra da dışarıda boşta bekleyen bi arkadaşına asisti ya da içerideki 11 numaralı Yi Jianlian'ı topla buluşturma çabası başrolü oynuyor takımda. İmkan bulsalar tüm topları Yi'ye indirecekler, haklılar da çünkü pota altına geldiği anda durdurulması çok zor bi oyuncu, dış şutları da fena değil; takımın Yao'dan sonraki yıldızı diyebiliriz. Diğer bir etkliisim ise 14 numaralı Wang Zhizhi; boyunun gerektirdiği gibi içeride değil tam tersine dışarıda tehlikeli, sürpriz üçlükçü (sürpriz de değil aslında). Yalnız Çin'de ne pas organizasyonu ne de savunma yerleşimi iyi. Alan savunması dışında neredeyse pek bişey düşünmeyen takım, bunu da beceremedikleri gibi sayısız 3 sayı atışı imkanı tanıdılar şimdilik turnuvada. Rahat yenebileceğimizi ama grup 4. olarak görebileceğimiz bir takım.
                
                                                                         
FİLDİŞİ SAHİLİ: Sadece hızlı hücumdan ekmek yiyebilecek onun dışında ciddi zaafları olan bir takım. Sete sette hiç bilinçli bir hücum oyunu uygulayamıyorlar. Fiziksel açıdan da özellikle pota altında çok yetersizler. Jonathan Kale biraz savunma öne çıkıyor, Mohamed Kone ise anlatıldığı kadar takımın yıldızı olabilecek bir oyuncu profili çizmedi bize. Konate ve Diabate'nin hücumda etkileri sayesinde Çin'i zorlasalar da bu gruptan galibiyet alamadan sonunculuğa mahkum olacaklar gibi.
                                 


YUNANİSTAN: Onlar da önemli oyuncularından eksik bir şekilde gelmelerine rağmen turnuvada tecürebesiyle en çok çekinilen takımlardan. Nikos Zisis takımı çok iyi yönlendiriyor birçok arkadaşına boş şut imkanı yaratabiliyor, Vassilis Spanoulis ise takımı her zaman sırtlayabilecek bir oyuncu; ki Porto Riko maçında son dakikalarda giden maçı almasını bildi. Eskiden alıştığımız gibi boş 3 sayılık buldular mı gözümü kapadığım takım gitmiş, şut oranı bir hayli düşen bir takım gelmiş. Çin maçında o kadar çok boş şut kaçırdılar ki Çin'i maça ortak ettiler. Grubun 2.si olacağını beklediğim, bizi ciddi anlamda zorlayabilecek tek takım.
                       


PORTO RİKO: Carlos Arroyo'dan çok şey beklenildiği sanılan ama çoğu kişiyi şaşırtan takım. Arroyo'ya topu vermeden oynadıkları her hücum hep bilinçli ve verimli. Takımın tartışmasız lideri Jose Barea. Takım arkadaşları durduğu anda o asla pes etmiyor ve kısa boyuyla rakip pivotlarına adeta meydan okuyor. Takımın düdüklere en çok reaksiyon veren ve itiraz eden oyuncusu. Arkadaşlarını sürekli oyunun içinde tutması ise turnuvanın sürpriz ekiplerinden yapıyor kendilerini. Yalnız yine de sorumluluk üstlenen oyuncu eksikliğinden maçın tamamına ortak olamıyorlar sanırım bu biraz da önceden Arroyo'ya bağlı br takım olmalarından dolayı. Maalesef grubu 5. bitirirlerse şaşırmayın.            
                        


RUSYA: Viktor Khryapa'nın ha döndü ha oynayacak bilmecesinin sürdüğü bir ortamda, takım olarak çok iyi uyum içinde olan disiplinli bir Rusya var karşımızda. David Blatt Türkiye'yi ve seyirciyi tanıyan bir koç, onun için psikolojik anlamda da takımını çok iyi hazırlamış ve sahada oyuncularının oyundan düşmesine hiç izin vermiyor. Sasha Kaun ve Sergey Monya bizim maçta ipi çeken isimlerdi. Savunma hatalarını kolay kolay affetmeyen, her türlü fırsatı kollayan bir takım. Yunanistan maçı onların sıralamasını belirleyecektir ama ben 3. olacakları kanısındayım.
                                         


Son olarak seyirci ve atmosferle ilgili bir şeyler aktarmak gerek. Çok bilinçli ve etkileyici bir Ankara seyircisi var salonda. Zaten basketboldan anlayan bir şehir olmuştur her zaman benim güzel ve gösterişsiz Ankara'm. Bir önemli not da Yunanistan kimle oynarsa onu ciddi bir şekilde destekliyor seyirci ve hatta Çin ve Porto Riko inanın ki o maçlara ortak bile olamazlardı seyircinin desteği olmasa. Yabancı seyirci de bunun farkında. Bugün Hido'yu bile geri döndürdüler ya şimdiden alkışlamak gerek Ankara'yı. Ama sırf RTE anonsundaki tepkileri bile her şeye yeterdi.

27 Ağustos 2010 Cuma

Yazıklar Olsun!

Uefa'ya ileriki yıllarda katılabilmek amacıyla koskoca camiayı ticarethane gibi işleten Adnan Polat'a yazıklar olsun!

Elinde Emre Çolak, Aydın Yılmaz ve Serkan Kurtuluş varken sadece Arda'ya bağlı bir takım çıkaran ve maç sonunda da sahadakilerin kalitesizliğine isyan eden Rijkaard'a yazıklar olsun!

İki maçta da adeta topa vurmamak için elinden geleni yaparak bu kötü koşullarda bile turu geçebilecek ihtimallerin bir bir içine eden Hakan Balta'ya yazıklar olsun!

Bizleri sadece 2 dakikalık sevince layık gören tüm futbolculara yazıklar olsun!

Kızıyorsam sana anam avradım olsun,
Ama acıyorum be Cimbom sana acıyorum...

23 Ağustos 2010 Pazartesi

İyi Niyet, Kısıtlı Yetenek, Yanlış Rakip


Çok şanssız bi gün oldu dün. 30 korner, 30 orta açan bi takım; çoğu zaman rakibini tek kaleye kapatmış bi takım; tekrar ayağa kalkması gereken maça çok istekli çıkan bi takım evinde 2-0 yeniliyor. İstifa sesleri, sinir harbi derken sanki her şey bitmiş gibi de bi hava yaratılıyor. Aslında dünkü maçtan çıkınca kendi ruh halimi uzun süre anlayamadım. Bi yandan hafifce umuda karışan mutluluk, diğer yandan sıfır puanın gölgesinde acı sıkkınlık... 

Takımdaki iyi niyetin herkes farkında. Artık sahaya çıkan futbolcular kenardaki kıvırcık saçlı adamın dediklerini bir an önce yapmaları gerektiğini anlamış gibiler. Hırslı olunca, istedikleri zaman nasıl baskı yapıp rakibe top göstermediklerini de Karpaty maçının 2. yarısında görmüş oldular.

Kısıtlı yetenektan kastım, ileri üçlü dışındaki oyuncuların içinde pas aslışverişinde en yetenekli ismin Lucas Neill olması. Bu maçta çok iyi bi savunma örneği gösterse de Ali Turan, yine söylüyorum, iki bekin de savunma özelliklerinin daha iyi olması hücum adına çok büyük bir kayıp. Ayhan, Mustafa, Barış 3 lüsünden en göze çarpan isim bence çapa görevi yapan Ayhan'dı. Savunma ile orta blok arasındaki bağlantıyı iyi yapmaya çalıştı. Geriye koşuları ve dönen topları almadaki çabası da ayrı bi güzeldi. Barış; ARda ve Baros ile zaman zaman üçgnler kurarak pas organizasyonlarına girdi. (Karpaty maçında bunları neredeyse unutmuştu Galatasaray.) Mesela Arda bikaç kez sağ kanatta o üçgenlerin sonucu olarak bomboş orta yapma şansı buldu ama çoğu zaman driplingle içeri kart etmeye çalıştığı için hepsi kornerle sonuçlandı. En güzel atak ise 2. yarıda Barış'ın sağ kanatta Arda'nın pasıyla bomboş kaldığı pozisyondu. Sonucnda da Baros çok rahat bi golü kaçırdı. Mustafa Sarp ise artık yeni görevinden sonra tamamen savunmayı düşünmez olmuş. Geriye koşmayı bırak, topun kaptırıldığı bölgede pres bile yapmıyor. Hücum anlamında çok faydalı ama Lincoln varken bile orta saha geri dönüşlerde bu kadar yalnız kalmıyodu (Biraz abartmış da olsam Mustafa Sarp'ın derhal uyarılması lazım.)

Bu kadar kritik bi maçın son şampiyona denk gelmesi de ayrı bi şanssızlıktır. Tam tekrar ayağa kalkacağınız maçta, mücadele gücünüze yeiden kavuştuğunuz maçta Bursaspor'la karşılaşmamalıydı Galatasaray. Ama yine de yenilmesine rağmen çok güzel izler bırakmıştır o ayrı.

Son sözleri de hakem ve taraftara getirelim. Artık Galatasaray'ın Türkiye dışında oynayacağı maçlarla eski özgüvenini tekrar kazanacağı kanısındayım. Futbolcular son vuruşlarda o kadar ürkek davrandılar ki bu tamamen taraftarın baskısı yüzündendir. Çünkü kendine göre oyuncu seçip ıslıklamaya başlayan bi taratar takımına hiçbir katkıda bulunamaz, bu kötü günlerde de maalesef yanında durmuş olmaz. Hani iyi günde, kötü gündeydi; hani 14 sene beklemiştiniz(!); hani Galatasaray taraftarı diğerleri gibi değildi... Haldun Üstünel, Adnan Sezgin tezahüratları maç sırasında takımı motive etmez. Abdul Kader Keita tezaüratı ise, her ne kadar yönetime bi sitem olsa da, sahadakilere büyük bir saygısızlıktır. Her fırsatta Harry Kewell tezahüratı yapmak ise başta kaptan olmak üzere her futbolcuyu çok üzer, Kewell da dahil. Harry'i sevmek o kadar değildir, önce bi düşünüp anlamanız lazım onu. Bireden çok takıma önem verdiğini görmeniz lazım. Neyse taraftar konusuna başka bi yazıda gircektim ama durduramadım kendimi. Hakemler konusunda ise maalesef hala korkaklıktan ileriye gidemeyenleri gördükçe üzülmekten başka bişiy de elimizden gelmiyor. 

Ben Avrupa'da turu geçeceğimize yürekten inanıyorum, orda çok rahat oynayacaktır Galatasaray ve ruhunu bu toprakların dışında tekrar kazanacaktır.

20 Ağustos 2010 Cuma

Total mi, Ne Totali


Anlaşmasaydınız Kewell'la keşke, satsaydınız Elano'yu, Arda'ya da en az 15 milyon euro veriyolardı kurtarırdı bizi UEFA kriterlerinden. Geçen sezonun 2. yarısında takımı ileriye taşıyan tek adamı da (Giovanni Dos Santos) almadığınız iyi oldu, Baros'u da Beşiktaş istiyomuş, ona da ihtiyaç yok, onu da yollayabilirdik; belki en fazla gelir elde eden kulüp olurduk böylece. Adnan Polat maçta uff puff diyeceğine bunları da düşünmeli, taraftara da kulak vermeli adaşı konusunda.


Dünkü maçta takım hücuma çıkarken, pozisyona girmeye çalışırken gerilmekten karnıma ağrı girdi valla. Hiçbir pas organizasyonu gerçekleşemedi, daha doğrusu düşünülmedi bile. Arda tüm takıma çalım atmaktan yoruldu, orta sahadan kimse pas almaya gelmiyor; gollerde Kewell'ın bireysel çabası olmasa tur dün bitmişti Sami Yen'de. Total futbolun 'total'i kalmamış, 'futbol' desen doldur boşalta dönmüş. Bu orta sahayla 4-3-3 oynanmaz; bu kanat oyuncularıyla kanattaki forvetler içeri kat edemez, orta sahadan ileriye gidemez ve de hücum zenginleşmez. Ters kanada top atma da unutuldu. Şu anki zihniyet aynen Hasan Şaş 3 kişiye çalım atsın, ortalasın, Hakan vurur Ümit rövaşata çeker olmadı Nonda araya girer atar futbolu.


Madem transfer yapılamıyo, bir eleştri de Rijkaard'a getirmek lazım. Neden hazırlık maçlarındaki kadrolar denenmiyor? Emre Çolak'lı (ama orta sahada), Ahmet Kesim'li, Cumur Yılmaztürk'lü, Caner Öztel'li, Musa Çağıran'lı, Serkan Kurtuluş'lu takım asıl 4-3-3 dizilişle total futbolu sergileyen taraf değil miydi? Şimdi hiçbiri gözükmüyo etrafta, hatta takımda hücuma çıkcak bek yokken Serkan da akıllara geç geliyor. Kaleci konusu da bitmek bilmedi. Ufuk'u hiç göremiycez anlaşılan. Aykut hala güven vermiyor ve de Sami Yen'de oynadığı her Avrupa maçında artık aklıma 2-2 lik skorlardan başka bir şey de gelmiyor.


N'olacak bu orta sahanın hali demekten bıktık ama hala orta sahadaki değişimle çoğu sorunun çözümüne ulaşılabileceğine inanıyorum. Keşke geçen sezonun başlangıcını böyle yapsaydık da ileriye doğru adımlar atarak ilerleseydik. Maalesef takım günden güne geriye gitmeye devam ediyor. Transfer dönemi bitse de en azından eldeki kadroyla gerekli çözümler üretilmeye başlansa ancak hala transfer haberi bekleniyor ve ona göre takımda değişiklikler yapılacak anlaşılan. Umarım geç kalınmaz.

15 Ağustos 2010 Pazar

Sanmasınlar ki yenilgiye üzüldük


Üzgünüz arkadaş, evet üzgünüz...
Takımın oynadığı futbola değil, yenilgiye hiç değil. Sahadaki o sakat ruha üzüldük dün. Piskolojisi bozulmuş Galatasaray'ın, hem de çok. Hakem faul veriyor; kaptan yardımcı hakemin yanında bas bas bağırıyor, Gökhan yedek kulübesinden fırlamış hakemin üzerine yürüyor ama Rijkaard hepsinden önce hakemlerin yanına koşuyor. Neyse diyoruz, çok önemsemiyoruz olanları çünkü biz de sinirliyiz. 2. yarı başlıyor; Arda yanlış pas atan arkadaşı, kardeşi, canı, biricik Emre'yi dövmekten beter ediyor, Baros mahallenn delikanlısı gibi rakiple kafa kafaya giriyor, artık bizden biri olmuş Rijkaard ise rakip kulübeye elini sallayarak gidiyor, araya giren Ceyhun'u itekliyor. Şampiyonlar ligi yarı final maçında olmuyor bunlar, ligin bitimine 3 hafta kala da olmuyor. Açıklayamıyorum kendime ama bazı tahminlerde bulunuyorum bu olayların sebebini anlamak için:

-Haldun Üstünel yollanıyor Adnan Sezgin için ve hiç bir açıklama getirilmiyor. Rijkaard dahi herkesin kafası karışık.
-Önce, bu sene sadece yerli oyuncu transferi yapılacak deniyor sonra, Uefa kriterleri için herkes satılmaya çalışılıyor ve spordaki başarı unutuluyor.
-5 yabancı oyuncu alınacak deniyor, şimdi ise oladabilir olmayadabilir deniyor.
-Birkaç yüz bin eurolar için oyuncu transfer edilemediği gibi rakibe kaptırılıyor.
-Kaptanına laf atılıyor TV ekranlarında, hakaret ediliyor Twitter ortamlarında. Sen bir tepki koyamadığın gibi ilk fırsatta yeni stadın kapılarını açıyosun aynı insanlara.
-Günlerdir gazetelerde, başkan oyuncuyu satmaya gitti İtalya'ya, diye yazılıyor; satılamayacağı anlaşılınca çıkıp bizim satılacak oyuncumuz yok denilebiliyor.
 Ve sonuç olarak da takım kendilerinin arkasında duracak, güvenecek birilerini göremeyince sahada kendini korumaya kalkıyor. Koskoca camiada kendilerini sahipsiz hissediyorlar.

Kızgınız arkadaş, evet kızgınız...
Hala orta 3 lüde üst üste 2 olumlu pas yapacak adam olmadığı için, duran toplarda sürekli rakip oyuncunun biri boşta kaldığı için, rakip üzerine gelirken kendi oyuncunu bırakıp top kimdeyse ona hamle yapmaya çalışma gayreti olduğu için.

Öfkeliyiz arkadaş, evet öfkeliyiz...
Rakip oyuncular 15 dakika yerden kalkmayıp bas bas bağırdıkları halde otoritelerini kuramadıkları gibi baskı altına alınıp omuz omuza mücadelede faul yok diyemeyen, 5 dakika sonra penaltıyı veremeyen korkalara öfkeliyiz.
Umutluyuz arkadaş, evet her zaman umutluyuz...
Sinirle yazılşmış bir yazıdır bu, belki sonra keşke yazmasaydım diyeceğim satırlar da olacaktır. Yine de biraz sinirimi hafifletmiş olmamla birlikte umudun kaybedilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Herkes kenetlenecektir, sahip çıkılacaktır bu takıma eminim. Sadece kaos ortamından çıkılması yetecektir bu takıma. Ali Sami Yen'in, Metin Oktay'ın resimlerini gördükçe duvarlarda yeniden hatırlayacaklardır bu camianın adını.

8 Ağustos 2010 Pazar

Elano'nun durumu


Temmuzun son günleri gelmiş, ligin başlaması yakın. Sıcak, gecenin o saatlerinde insanları uyutmuyorken 3 farklı taraftar grubunun büyük çoğunluğunu pek etkilemiyordu ama yine de uyumuyordu hiçbiri. Bir haber herkesi şok etmişti. Bazıları, gerçekleşirse kendini çırılçıplak sokağa atacağını, bazılarıysa takımını kesin bırakacağını yazıyordu o forum sayfalarına. Inanmıyolardı; olamazdı, gerçekleşmezdi de zaten. İnanan kesim sessizce, sabırla bekledi ve haber doğrulandı: Elano Blumer Galatasaray'daydı.

Yaklaşık bir sene önce oldu bu olay ama çabuk unuttuk gibi o anları. Çoğumuz fm den de bilindik bi oyuncu olduğu için hemen oyundaki özelliklerine bakmışızdır; 16 dan düşük pek bi özelliği yok gibi. Sonra, dünyada az olan, iki yönlü bir orta saha oyuncusu almanın  muazzam gururunu yaşamışızdır. Hele ki o geceki yazılanlarla ilgili inanılmaz bi dalga geçme fırsatı da cabası. Peki kaç gündür ne tür bir oyuncu bekliyoruz sabahlara kadar? Aslında yeni bi Elano transferini.


Geçen sezona baktığımız zaman ilk maçlarında yavaş yavaş bir şeyler göstermeye başlamıştı Elano. Kayserispor'a attığı gol, Panathinaikos maçındaki performansı (özellikle de attığı gollerden çok Baros'a attırdığı gol) hücum anlamında ilk akla gelen şeyler. Savunma denince de heralde herkes o kontra ataklarda en son adam olarak kaldığı ve kritik müdahalelerde bulunduğu pozisyonarı hatırlayacaktır. 2. yarıda ise sakatlanana kadar takımın en iyisiydi hiç şüphe yok. Rijkaard'ın da biraz daha geriye çekmesiyle tam istenilen bir 2 yönlü oyuncu oluvermşti. Aslında Baros olsaydı o dönemde attığı paslar isatistiğe de asist olarak yansıyacaktı ama çoğu zaman pek olamadı bu. Sakatlıktan sonra da Dünya Kupası rüyasıyla kendini sakladığı da kaçınılmaz.
                                                                                                        
Şu an takımla çalışmış değil hala ve de yönetimin satmaya çalıştığı da büyük olasılıkla doğru gibi duruyor. Yerine ise Rosicky ve Ledesma geleceği söylentileri de bazı editörler tarafından ortaya çıktı. Gerçi biraz önce Ntvspor'a Rosicky'nin menajeri bu haberi yalanlamış ama çok iyi isimler düşünülüyo gibi. Elano da gitmek istiyor deniliyo ama ben geçen seneki bir söylemini hatırlıyorum ve ona güvenmek istiyorum hep: 'Ben buraya sözleşmemi sonuna kadar tamamlamak için geldim'. 

Topal'ı satıp Cana'yı, Keita'yı satıp da Pino'yu alan yönetim artık her oyuncuyu bir yenisiyle değiştirmenin politikasını bırakmalı diye düşünüyorum. Topal ve Keita ekonomik anlamda çözüm getirmeleri için satıldı, buna anlayış gösterilebilir ama Elano istenmediği için satılacak gibi duruyor ve bu bana çok garip geliyor. Dünya Kupasının da yıldızlarından biri olmak üzereyken sakatlanan bir oyuncunun neden beğenilmediğini anlamış değilim, yine de buna saçma sapan gazete ve televizyon yorumlarının çok büyük etki yaptığını düşünüyorum.

Rosicky, Ledesma ve Elano'yu kıyaslayacak değilim ama hazır elimizde aradığımız bir oyuncu varken yanına bir takviyeyle yola devam edilmesinden yanayım. Artık geç kalınmış mıdır bilemem belki de şu an gitmiştir bile Elano. Ben mi acaba çok farklı beklenti içine giriyorum Elano ile ilgili fakat takıma tekrardan kazandırılmalı ve de kesinlikle satılmamalıdır, onunla birlikte takım güzel günlere çok daha hızlı koşacaktır.

5 Ağustos 2010 Perşembe

Yüzler tanıdık ama ruhlar farklı

Maçtan önce tv başına geçen herkeste pek de az olmayan bi şüphe vardı muhakkak. Acaba yıllar önceki bi kaza tekrar olabilir miydi? Karşı kıyıdan sezonun ilk kaza haberi gelmişti, hem de feci bi oyunla. Takıma güven de azdı, en azından bunu şuradan anlayabiliriz; önceki gece, bi söylentiye göre takıma katılabilecek 3 oyuncunun hayali içinde uyumadı çoğu taraftar. Bir gözleri resmi sitede diğer gözleri resmi kanaldaydı. Ama nedense maçtan sonra bende farklı bir mutluluk vardı ve bu sadece turdan kaynaklanmıyodu.

Sona bırakcaktım ama bahsedilmeyecek gibi değil. Eminim Cevad Prekazi herkese farklı bir hava kattı maç sırasında. Tatlı konuşmasıyla birleşen sade, sıkmadan, zeki ve her kelimesi araştırmacılık kokan o yorumları mest etti bizi. Ayakta alkışlamak gerek, çünkü ülkemizdeki her yorumcuya ders olacak niteliğindeydi. Bize de olaylara biraz daha olumlu bakmamız gerektiğini öğretti. "Rijkaard'ı kitap gibi okuyorum...Şaka" cümlesi bence her şeyi anlatıyo:)

Gelelim maça. Sahaya çıkan kadro yine pek yüzleri güldürmedi, özellikle orta 3 lü yine sıkıntı yaşıycak gibiydi. Sağ forvet mevkiinde yine Serdar Özkan vardı ve iş yükü kaptan ve büyücüye kalmıştı. Nedense çoğu oyuncuda bugün bi farklıydı, herkes başkasının rolüne girmiş gibiydi.

İyilerden başlayalım. 10 numara oyun oynadı bugün Mustafa Sarp hem de adeta 10 numara rolünde. Orta sahadaki pas alışverişini ve hücum bloğuna iletilen paslarda hep o vardı. Sadece asistine bakmayın o pastan bir sürü attı, oyun sıkışıkken hep açmayı başardı. Neredeyse geçen sene ilk yarıdaki Arda gibiydi. Aslında en büyük alkışı Frank Rijkaard'a yollamak gerek çünkü savunma ağırlıklı 2 linin önüne forvet arkası gibi de diyebileceğimiz mevkiiye Sarp'ı o koydu (Gerçi bu 3 lü diziliş ne kadar doğrudur tartışılır ama acaba Rijkaard hep bu sistemi mi deniycek ileride görücez.). Harry Kewell ise dört dörtlük bir santrafor gibi tüm topları Arda, Serdar ve Mustafa'ya aktarabildi, sürekli arkaya koşular yaptı, sırtı dönük top aldı, takımı ileride tuttu; adeta o da Milan Baros'tu bugün. Ayhan da zaman zaman  Mehmet Topal görüntüsündeydi ama çok uzun süreye yayılmadı bu görüntü.

Ne kötü ne iyi diyebileceğimiz bi oyun sergiledi kaleci Aykut Erçetin. Yan toplarda çok güvensiz ama en tehlikeli pozisyonlarda, karşı karşıyalarda inanılmaz iyi. O da benim aklıma Rüştü Reçber'i getirdi. Lucas Neill ise her geçen gün Meira'ya benzemeye başlıyor. Pasları doğru bir şekilde istediği yere iletiyo onda hiçbi sorun yok ama savunmasında bi düşüş mü var tam olarak bilemiyorum. Beni böyle düşünmeye iten şeyler ise dünya kupasında bikaç kez, bugün de golde ofsaytı bozmasıydı, bu hataları çok sık yapmaya başladı ama hala kendiliğinden mi yoksa yanındaki oyunculara güvenememesinden mi o kadar geride duruyor bilemiyorum. Loric Cana maalesef sahanın en kötüsüydü, çok yavaş ve hala fazla kilolarından kurtulamamış gibi. En kritik müdahaleyi yapması gereken yerde ya çalım yiyor kolayca ya da yetişemiyor rakip oyuncuya. Hücuma da pek katkısı olmadı. O da geçen sene 2. yarıdaki Mustafa Sarp'tı bugün. İşte bunlardan dolayı herkes başkasının ruhunu almış gibiydi.

Bu maç hala büyük eksikliklerin olduğunu göstermeye yetti takımda ama en büyük sorun yine orta sahada. Belki birazdan açıklanacak oyuncularla çare bulunabilir ama Rijkaard'ın tekrar sahadaki blokları(savunma,orta ve hücum) bir arada tutmanın çalışmasını yapması lazım, zaten her çalışmada da bunu ön plana çıkartıyor. Son olarak tekrardan 'Seviyoruz seni Cevad Prekazi'.


4 Ağustos 2010 Çarşamba

Başlangıç

Compañero... Yoldaş...
Okul tatile girmiş, staj bitmiş ve ardından Ege'nin güzel kıyıları arasında yolculuk ederken bir dinlenme tesisinde aldım Jorge G. Casta
ñeda'nın bu kitabını.

Inception... Başlangıç...
Uzun süredir gidemediğim sinemaya Leonardo DiCaprio'nun başrolünde oynadığı bu filmle ara vermiş olacağım birkaç saat sonra.

Ne kitabı okudum, ne de filme gittim. Ama yeni karar verdiğim blog yazılarıma onları da katmak istedim (onlar beni etkilemeden ben onları etkileyim dedim:)). Aslında uzun bir süredir istiyordum böyle bir şeyi ancak neden şimdi başladığımı ben de pek bilmiyorum. Yine de en büyük etken, hayatımda önemli bir yeri olan büyük bir AŞK.

Şu günlerde her türlü karşı unsura rağmen yürüdüğü DEVRİM yolundan geri adım atmayan, yine her zaman olduğu gibi bu topraklarda ilklere imza atmaya çalışan, kültür ve ahlakın simgesi olan bir aşk bu.

Bu aşkın adı GALATASARAY...